TÜRK ÇİNİ SANATININ TARİHÇESİNDEN KISACA BAHSETMEK GEREKİRSE ;
Türk Çini Sanatının bin yılı aşkın bir mazisinin olduğu söylenebilir. İlk Müslüman Türk Devletlerinden Karahanlıların yapılarını çinilerle süslediğini biliyoruz. Ancak bu süreci Uygurlar'a kadar indirgeyenlerde vardır.
Bu sanat dalının hem Büyük Selçuklular hem de Anadolu Selçukluları devrinde süregeldiğini söyleyebiliriz. Özellikle Anadolu Selçuklularının camii, medrese, kervansaray, türbe ve buna benzer yapılarda kullandıkları çinilerden günümüze kadar gelmiş örnekler mevcuttur.
Anadolu Selçuklularından sonra, yerine kurulan beylikler tarafından da sürdürülen Türk Çiniciliği Osmanlı Devleti ile yeni bir üslup ve dizayna kavuşmuştur. Anadolu Beylikleri döneminde yapılan eserlere örnek olarak, halen İstanbul'daki Çinili Köşk'te bulunan Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından yaptırılmış camiin mihrabı ile Berlin Müzesinde bulunan Konya Beyhekim mescidinin mihrabı sayılabilir.
Osmanlı Devletine ait ilk çini örnekleri 1390 yılında İznik Yeşil Camii minaresinde, 1421 yılında Bursa'daki Yeşil Camii ve Türbesinde, 1426 yılında Bursa Muradiye Camii'nde, 1433 te Edirne'deki Muradiye Camii'nde, 1463 te İstanbul Mahmut Paşa Türbesinde, 1472 de İstanbul Çinili Köşk'te görülmektedir.
Bu sayılan eserler mozaik veya sırlı boya tekniği ile üretilmiş çiniler olup, genellikle mavi, lacivert, turkuaz, siyah renklerde rumi, kufi yazı, geometrik şekiller ve bitki motifleri ile bezenmiştir.
Osmanlı döneminde vazo, testi, sürahi, kandil, şekerlik gibi kaplara ilişkin çini eserlerine "evani", duvar kaplaması türündeki eserlere de "kaşi" denilmekteydi.Bilindiği üzere "çini" sözcüğü de Farsça'da "Çin'e ait" manasına gelmekte olup, Osmanlı Sarayının 15. yüzyıl Çin porselenlerine duyduğu hayranlıktan kaynaklanmaktadır.
Mavi-beyaz grubuna giren, ilk defa Haliç'te bulunduğu için "Haliç İşi" tabir edilen Helezoni tarzda çizgiler üzerine küçük yaprak ve çiçeklerle kendine özgü bir üsluba sahip olan bu grup ile yine yanlışlıkla "Şam İşi" adı verilen seramiklerin üretim merkezi aslında İznik'tir. Şam işi üslubunun başlangıcı olarak "Musli" imzalı 1549 tarihli Kubbet el Sahra kandili gösterilmektedir.
16. yüzyıl başlarında kobalt mavisi, firuze, patlıcan moru ve kimyon yeşili renklerinin kullanılmasından sonra 16. yüzyılın ikinci yarısında çok renkliliğe geçiş olmuş, desen ve renklerde mükemmelliğe erişen "Kırmızılı Sıraltı Tekniği" bu devire damgasını vurmuştur.
Rodos'tan satın alınan, daha sonra Cluny Müzesine giren 530 civarındaki çok renkli ve genellikle çiçek desenli bir grup tabak yüzünden yanlışlıkla "Rodos İşi" denilen kırmızılı sıraltı tekniğindeki çinilerinde İznik'te üretildiği bilinmektedir.
Osmanlı döneminin siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan en güçlü olduğu Kanuni döneminde çini süslemelerinin çok yaygın hale geldiği görülmektedir. Bu dönemde Mimar başı olan Sinan'ın eserlerinde süsleme vasıtası olarak çiniyi kullanması, bu alandaki üretimin en büyük teşvikçisi olmuştur.
Çini sanatının bilinen ve en parlak dönemini oluşturan "Kırmızılı Sıraltı Tekniği" ndeki çini ve seramiklerde, sıraltına kobalt mavisi tonları, firuze, yeşil, siyah, kahverengi ve kabarık mercan kırmızısı ustalıkla uygulanmıştır. Desenlerde hatayi, rumi ve bulut üslubu kompozisyonlar sürerken, bunların yanında saray baş nakkaşı Karamemi'nin ekolü olarak kabul edilen, natüralist üsluplu çiçekler benimsenmiş; lale, karanfil, sümbül, gül, zambak, nergis, menekşe gibi çiçeklerin yanı sıra servi, bahar dalları, üzüm-asma yaprakları ve meyve ağaçları serbest kompozisyon anlayışı içerisinde uygulamaya konulmuştur. Ayrıca kaya-dalga motifleri, kalyonlar, balık sırtı zemin bezemeleri ve hayvan figürleri çok çeşitli formlarda karşımıza çıkan diğer motifleri oluşturmaktadır.
Kırmızılı sıraltı tekniği adı altında üretilen çinili eserlere ilk örnek olarak Süleymaniye Camii'nin (1557) çinileri gösterilir. Bunu takiben Hürrem Sultan Türbesi (1558), Eminönü'de Rüstem Paşa Camii (1561), Kanuni Sultan Süleyman Türbesi (1566), Sultanahmet'te Sokollu Mehmet Paşa Camii (1572) ve Kasımpaşa'da Piyale Paşa Camii (1573) bu tarzın örneklerindendir.
17. yüzyılın ortalarına kadar aynı mükemmellikte süregelen çinilerin üretimi, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devletinin içine düştüğü ekonomik ve siyasal sıkıntılar nedeniyle ne yazık ki bozulmaya başlamış, bu bozulmalar zamanla İznik'teki atölyelere de yansımıştır. Bu zamanlarda renklerin bulanıklaştığı, kırmızının kahverengiye döndüğü, desenlerin irileşerek özensiz çizildiği, hamurun kabalaştığı görülür. Bu tarihlerde saraydan verilen siparişlerin geciktirildiğini gösteren belgeler mevcuttur. Bu dönemde İznik'teki atölyelerin saray dışına yönelerek hızlı ve özensiz eserler ürettiği görülmektedir.
18. yüzyılda İznik atölyelerinin tamamen kapanmasıyla yeni bir çini merkezi olarak Kütahya ön plana çıkmaktadır. Aslında Kütahya'nın 14. yüzyıldan beri İznik ile birlikte aynı dönemlerde faaliyet gösterdiği bilinmektedir.
Kütahya 18. yüzyıldan itibaren İznik'te üretimin durmasıyla tek merkez olarak çini üretimine devam etmiştir. Bu dönemde Kütahya'da, bir taraftan İznik'in mavi-beyaz desenli çinileri üretilirken, diğer taraftan da konuları, renkleri ve teknik özellikleriyle geleneksel örneklerin dışında beyaz hamurlu, sıraltına, sarı, kırmızı, yeşil, kobalt mavisi, firuze, siyah, mor renklerde işlenmiş serbest desenli, ince duvarlı fincan, kase, tabak, vazo gibi formlar üzerinde yer alan eserler üretildiği görülmektedir.
19. yüzyılın ilk yarısında Kütahya'da bir durgunluk dönemi yaşanmışsa da 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başında üretim tekrar canlanmıştır.
İznik'te üretimin durmasıyla 18. yüzyıl başlarında Kütahya'nın dışında, İstanbul'da da alternatif bir çini merkezi düşünülmüş, dönemin Sadrazamı Damat İbrahim Paşa tarafından Tekfur Sarayı adı altında bir imalathane kurulmuşsa da başarılı olamamıştır.
Günümüzde İznik çiniciliğini yeniden yaşatmak amacıyla kurulan "İznik Vakfı" İznik'te bir devri yeniden canlandırmanın uğraşısını vermekte ve o eserlerin sırlarını çözmeye çalışmaktadır.
Halen Dünyada mevcut en geniş kapsamlı İznik çinilerine ait koleksiyonların başında bulunan Gülbenkyan Koleksiyonundan da kısaca bahsedelim.
1869 yılında İstanbul Üsküdar'da dünyaya gelen Calouste Sarkis Gülbenkyan, ticaretle uğraşan zengin bir Ermeni ailesinden gelmektedir. Londra'da mühendislik eğitimi gören ve 1902 yılında İngiliz vatandaşı olan Gülbenkyan hayatının bir bölümünü Londra'da geçirmiştir. Daha sonra Paris'e yerleşen koleksiyoncu, yaşamının son onüç yılını geçirdiği Portekiz'de ölmüştür.
Gülbenkyan uluslararası petrol alanında da oldukça ün yapmıştır. 1891 yılında Bakü ve civarındaki petrol yataklarında yaptığı gezileri bir kitapta toplamıştır. Avrupadaki birçok petrol şirketinin kuruluşunda görev üstlenmiş ve hisse sahibi olmuştur. Büyük şirketlerdeki % 5 lik hisselerinden dolayı Gülbenkyan petrol camiasında "Mr. Five per Cent" ( Bay % 5 ) olarak bilinir.
Gülbenkyan'ın bizi ilgilendiren yönü ise sanata olan düşkünlüğüdür. Daha çocukluk yaşlarında babasından aldığı harçlıklarından eski madeni para koleksiyonuna başlamış daha sonra da kazandığı servetinin önemli bir bölümünü sanat eserlerini toplamaya harcamıştır. İngiltere'de yaşadığı sırada bazı eserlerini sergilenmek üzere galerilere ödünç vermiş 1927 de Paris'te yaşadığı yıllarda bu eserlerini büyük malikanesinde toplamıştır. 1942 de II. Dünya savaşı yıllarında sakin bir ülke görünümünde olan Portekiz'e yerleşmiştir. 18 Haziran 1953 tarihli vasiyeti ile bir kısmını çocuklarına bıraktığı mirasının diğer bölümü Calouste Gülbenkyan Vakfını kurmuş ve sanatsal mirasını büyük ölçüde zenginleştiren koleksiyonu da bir müze kurulması koşuluyla vakfa bağışlamıştır. Ölümünden sonra Portekiz hükümeti 18.7.1956 da çıkardığı bir kararname ile bu değerli mirasın koruma altına alındığını açıklamıştır. Gülbenkyan koleksiyonu 1960 yılında Paris'ten Portekiz'e taşınmış ve müze binası inşa edilinceye kadar Pombal Oerias Sarayında korunmuştur. Ne yazık ki 25 kasım 1967 de Lizbon'daki büyük sel felaketi Pombal Oerias Sarayındaki birçok parçaya zarar vermiştir. Nihayet 1969 yılında koleksiyon için özel olarak inşa edilen müze binasına eserler konulabilmiştir.
Bugün Gülbenkyan müzesi Lizbon şehrinin hareketli yaşamının ortasında doğa güzelliklerinin bütünleştiği bir parkın içine kuruludur.
Çoğu iyi durumda bulunan 800 civarındaki çini parçası İznik koleksiyonunu oluşturmaktadır. Şu anda sergilenmekte olan çinilerin dışında 130 pano, ulama ve bordür gibi çini örnekleri müze deposunda restore edilmek üzere beklemektedir. |